Onur

Son zamanlarda köpeklerden korkum artmış olsa da her zaman sevmişimdir onları. Bunca yaşantım boyunca bir çok köpek besledim, onlarla haşır neşir oldum. Oyunlar oynadım, kavgalar ettim onlarla. Alt alta üst üste çok boğuştum. Onlara bir çok zaman sadakatlerinden dolayı hayranlık duyulsa da onurlu olduklarını gördüm. Oysa it sahibini ısırmaz derler, bu sözün genellenemeyeceğini anladım.

Bundan on iki yıl kadar önceydi. Bir çay ocağında askıcı olarak çalışıyordum. İyi hatırlıyorum haftalığım beş yüz lira idi. İşe alışkındım, sıkılmadan, yorulmadan yapıyordum. Çay ocağının sahibi İlhami adında, kırk beş yaşlarında, köyüyle hala sıcak ilişkiler yaşayan bir adamdı. Bursa’nın merkeze yakın köylerinden birinden gelmiş, yılın belki altı ayını yine köyünde geçiren biriydi. Benim çay ocağında çalışmaya başlamamdan iki hafta sonra, köyünden tazı kırması siyah bir köpek getirmişti. Adını Karabaş koymuştu. Hiç sevmesem de ismini-çünkü nedense siyah köpeklerin ismi hep Karabaş’tır- bu köpeğe yakıştırmıştım. Çok sevimli bir köpekti. Çay ocağında kalırdı, geceleri ocağı bekler, gündüzleri ocağın önünde uyuklayıp dururdu. Bekçi köpeği gibi bir hali yoktu. Sıska, zayıf, küçük bir köpekti. Hırsız girse ocağa, gerçi çalınacak bir şey de yoktu ya, bırak kovalamayı her şeyi bırakıp kaçabilecek bir köpekti. Havlamaz, kuyruğunu sallayıp insanların gözüne mahzun mahzun bakardı. İlhami onun bekçi köpeği olmasını istiyordu, sanki ihtiyacı varmış gibi. Bu yüzden onu iyi besliyordu. Beslenmeli, kendi tabiriyle tavlanmalıydı Karabaş.

İyi yiyordu yemesine ama yedikleri pek belli olmuyordu. Ne kadar uğraşsa İlhami boşunaydı, çünkü köpekte değişiklik olmuyor, aynı tas aynı hamam misali olduğu yerde sayıyordu Karabaş. İlhami kızıyor, küfürler ediyor, bağırıyor ve dövüyordu. Ne yapsın zavallı köpek ilk zamanlar boyun eğiyor, kaçmaya çalışıyor, bir köşe bulup siniyordu. Bu süreçlerde ben de İlhami’ye kızıyordum, hatta bir keresinde “Neden dövüyorsun?”, diyecek oldum yedim zılgıtı bir kenara çekildim. Kesinlikle Karabaş’la arasına kimsenin girmesini istemiyordu. Bazen elinde kalacak zannediyorduk. Kulaklarından kaldırıp yerden yere vuruyordu onu. Kızıyorduk, ama çaresiz katlanıyorduk. Nede olsa patron oydu ve mal da onundu.

Zamanla Karabaş kaçmaya başladı. Gündüz biz çalışırken ortadan kayboluyor, günlerce ortalarda gözükmüyordu. Sonra birileri araya giriyor, ya Karabaş’ı bulup getiriyor, ya Karabaş aç kalıyor kendi geliyor, ya İlhami aramaya çıkıyor ve bir şekilde bulup getiriyorlardı. Sevdiğinden değil sadece malı olarak gördüğü için yapıyordu bunu. Ezik bir adamdı İlhami. Zurnanın son deliğiydi yani. Çalışanlarına el kaldıramıyor hıncını zavallı Karabaş’tan alıyordu. Daha önce denemiş bunu, benden önceki askıcıyı dövmüş sonra askıcının akrabaları gelip hastanelik etmişler, o gün bugündür hiç bir insana el kaldıramıyor ve gücünün yettiğinden yani Karabaş’ tan alıyordu bütün hıncını.

Karabaş da memnun değildi halinden ama ne yapsın eli mahkum geri dönüyordu. Kimi zaman açlıktan dönüyor, kimi zaman güvendiği insanlar İlhami’ye teslim ediyordu. Her geri dönüşünde ben de içimden ne onursuz köpek deyip kızıyor ama yine de seviyordum onu. Çünkü iki kuyruk sallaması, bir mahzun bakışı unuttururdu ona dair olumsuz düşüncelerimi.

Yine, kim bilir kaçıncı kaçış ve kaçıncı geri dönüşten sonra, ortalardan kayboldu. Günlerce hiç gözükmedi. Ben içimden bir daha gelmez diye düşünürken, herkesin Hacı diye çağırdığı biriyle ocağa geldi. Karabaş Hacı’yı çok severdi. Hacı her zaman ona bir şeyler verir, onunla oynar, severdi. Karabaş da Hacı’ya güvenir, bir dediğini iki etmez, her dediğini yapardı Belki tasma ya da ip olmamasına rağmen, sırf Hacı var diye gelmişti ocağa.

Hacı bana İlhami’yi sordu. Tam ona yok diyecektim ki, birden yanlarında belirdi İlhami. Hacı İlhami’yi görünce, “Bir daha dövme bunu, tekrar getirmem” dedi. Hacı’nın eli İlhami’nin kolundaydı ve sıkıyordu. İlhami kolunu kurtarıp Karabaş’a doğru eğildi. Karabaş, İlhami’yle göz göze gelmemek için sağa sola bakıyor, gözlerini kaçırıyordu. İlhami, Karabaş’ın çenesinden kavradı, alaycı bir tavırla, “Kendini dövdürtme bana” dedi ve güldü. Birden bire Karabaş çenesini İlhami’nin elinden kurtarıp geriye çekildi. Doğrudan gözleri İlhami’nin gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Hırlamaya başladı. Ben ilk o zaman Karabaşın hırlamasını duydum. İlhami korktu ve doğruldu. Karabaş havlıyordu. Ben olduğum yerde dona kalmıştım. Hiç beklemediğim bir şeydi. İçimden yine yelkenleri suya indirecek yiyip sopasını, usulca geçecek yerine diye düşünürken, Karabaş hiç beklemediğim şeyleri yapmaya başlamıştı. İlhami “Sus!” diye bağırınca, Karabaş üstüne atıldı İlhami’nin. Pantolonunun paçasını yakaladı ve bir anda kopardı. Hacı araya girince Karabaş uzaklaştı ama hala havlıyordu. İlhami gözlerini kaçırmaya başladı, Karabaş’la göz gözegelmek istemiyordu. Hacı, “Hıştt, ayıp, yapma” diyordu Karabaş’a. Olanların yavaş yavaş farkına varırken, “ayıp” kelimesine takıldım bir an. İçimden köpek ayıptan anlar mı diye düşünürken, Karabaş fırsatını bulmuş ve tekrar paçasına yapışmıştı İlhami’nin. Bu sefer kan akıyordu paçadan. Dişleri geçmişti ve yırtmıştı sanırım bacağı. İlhami paçasını kurtarır kurtarmaz ocağa girdi. Kapının arkasındaki süpürgeyi aldı, sopasını dizinde kırıp, tekrar çıktı ocaktan.

Yüzü kıpkırmızı kesilmiş, elinde sopayla bir an durdu eşikte. Karabaş uzaklaşmıştı, havlıyordu. Bir süre İlhami kanayan bacağıyla ardından koştu ama yetişememişti. İntikam almak istiyordu. Tekrar ocağa geldi. Elindeki sopayı bir hırsla yere fırlattı, yüzünde korkunç bir ifade vardı. İçimden iyi oldu diye geçirirken yüzü de acır bir ifade vardı. Bana dönüp, “Ben eczaneye gidiyorum… Geberteceğim o iti” dedi ve çıktı gitti.

Ertesi gün işi bıraktım, üstelik haber bile vermeden.

İlhami’yle konuşmaya gerek duymamıştım. Ocakta çalışırken yeni arkadaşlar edinmiştim, onlar sayesinde Karabaş’tan ve İlhami’den haberdar oldum. İlhami bir süre elinde sopa Karabaş’ı aramış durmuş. Birkaç kez sıkıştırmış ama her seferinde kendi zararlı çıkmış. Arkadaşların dediğine göre defalarca pantolon değiştirmek zorunda kalmış. Daha sonra da köpeğini çok sevdiğini söyler olmuş. Defalarca elinde bonfile etlerle Karabaş’ın peşinde gören olmuş.

İlk zamanlar Karabaş çok zorlanmış. Onu çöplüklerde yitecek bir şeyler ararken görmüşler, çocuklar tarafından taşlanıyormuş. Daha zayıflamış, kuyruğu ayaklarının arasında korkulu dolaşır olmuş. Birkaç ay sonra öğrendim ki bir hayvansever  onu  evine almış. Karabaş yağız bir köpek olmuş, kuyruğu inmez sevimli mi sevimli bir köpek haline gelmiş. Üstelik tek başına büyük bir bahçeyi koruyor, kimseye göz açtırmıyormuş.

O zamanlar çok sordum kendime “Hayvanda onur ya da gurur olur mu?”, sonra “Neden bu kadar dayandı?”. şimdi düşünüyorum da “evet” diyorum. Bir köpeğin bile gururu var, kendince bir onur sahibi. O gün bardağı taşıran son damla Hacı’nın önünde kendisiyle alay edilmesi oldu belki. Dayandı çünkü alternatifi yoktu, yabancısıydı çevrenin ve dışarıdaki dünyaya direnecek gücü yoktu. Yine o gün farkına vardı gücünün.

Şimdi Karabaş yaşamıyordur, yaşlanmış ve ölmüştür. Ölmüştür ama, mutlu, onurlu ve gururlu ölmüştür. Zaman zaman Karabaş’ın o sevimli yüzü, mahzun gözleri gelir aklıma. Ama İlhami’ye dair aklımda hiç bir şey yok. Eğer o gün Karabaş boyun eğse, yeyip dayağını çekilseydi bir kenara onu da unuturdum. Yaşamımda unutamadığım güzel şeylerin varlığı bana her zaman sevinç veriyor. Bu, bir köpek bile olsa güzel.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.